Yazar:

Tolga AKAR
15 Temmuz darbe girişimi sonrası Türkiye yeni bir döneme girdi. Aradan geçen iki buçuk ay içinde yeni dönemin ana çizgileri belirmeye başladı. Bu yeni dönem, 15 Temmuz öncesinden bir kopuş değil, bir dönüşüm. Bu nedenle, iki dönem arasında bir süreklilikten söz etmek doğru olur. 15 Temmuz öncesinde demokrasinin bütün kurumları çökmüştü. Yargı bağımsızlığı, hukuk devleti çoktan beri yoktu. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler baskı altındaydı. Erkler ayrılığından çok tüm gücün tek elde toplandığı erkler birliğinden söz edilebilirdi. Devlet partileşmişti. AKP’nin kurduğu hegemonik yapı baskıcı bir rejim yaratmıştı.

Ancak, 15 Temmuz sonrası kendine özgü özellikler de taşıyor. Bir kere bu dönem bir olağanüstü hâl (OHAL) dönemi. Olağanüstü hâl dönemi olduğu için de, yasamanın yetkileri yürütmeye devrediliyor. Ülke, Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmündeki kararnamelerle (KHK) yönetiliyor. Ne var ki, OHAL darbe nedeniyle ilan edilmesine karşılık, KHK’ların kapsamı darbeden daha geniş. 667 sayılı ilk KHK’da, OHAL kapsamında alınacak önlemlerin “darbe teşebbüsü” yanında “terörle mücadele” çerçevesinde olacağı belirtilmekte. Terörle Mücadele Yasası son derece geniş, belirsiz bir terör tanımı, “terör örgütünü övmek”, “terör örgütünün propagandasını yapmak”, “terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler” gibi savcılara çok geniş takdir yetkisi veren, her muhalif kişiye karşı kullanılabilecek hükümler içeriyor. Benzer hükümler TCK’da da var. Böyle olunca iş arap saçına döndü.

Darbeye karışanlar yanında, darbeyle hiç ilgisi olmayan yazarlar, gazeteciler, solcular, Kürtler, muhalifler ya işlerinden atıldı ya da tutuklandı. Son rakamlara göre, açığa alınan ve memurluktan çıkarılan kamu görevlilerinin sayısı 85 bin. 32 bin kişi tutuklandı. Devletin, üniversitelerin, kamu kurumlarının sadece muhaliflerden değil, AKP’li olmayanlardan arındırılmasını amaçlayan büyük bir temizlik başladı. Bunlar yetmezmiş gibi, 28 seçilmiş belediye başkanı görevden alınarak yerlerine devlet memuru atanması gibi Kürt sorununu iyice çıkmaza sokacak önlemler alındı.



OHAL’in doğurduğu istisna hali özellikle iki dünya savaşı arasında dönemde çok tartışılmıştı. İtalyan düşünür Giorgio Agamben bu tartışmaları “İstisna Hali” adlı kitabında toplar. Hitler dönemindeki istisna haline meşruiyet kazandırmaya çalışan Alman hukuçu Schmitt “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir” der. Egemen bu kararı verdikten sonra, hukuk egemenin kişiliğine bağlı olur. Meşruiyeti egemenin otoritesinden doğar. Hukuk, güçlünün hukuku niteliğini kazanır. Nazi iktidarında olağanüstü hâl savaş bitene dek sürdü. Aynı dönemin önemli düşünürü Walter Benjamin  “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız istisna halinin bir kural olduğunu öğretir” der.

Bu sözler Türkiye’deki olağanüstü hali için de geçerli. Olağanüstü hâlin geçici değil, kalıcı olma tehlikesi mevcut. OHAL’in uzatılacağı şimdiden açıklandı. O zaman olağanüstü hâl, normal duruma dönmek amacıyla önlemlerin alındığı geçici bir dönem olmaktan çıkarak kalıcı bir yönetim biçimine dönüşecek.

Olağanüstü hâl, insan hakları ihlallerine uygun bir ortam yarattığı ve bir diktatörlüğe geçiş olma riski taşıdığı için yasalarla sınırlamalar getirilmiş. Bu sınırlamaları anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde bulabiliriz. Ancak bu koşullara uyulursa OHAL bir hukuk dışı rejim olmaktan çıkar ve meşruiyet kazanır.

Bu koşullardan birincisi, OHAL KHK’larıyla yapılan düzenlemenin OHAL’in konusu ve amacıyla sınırlı olması. Oysa OHAL KHK’larıyla alınan önlemlerin pek çoğunun, OHAL’in amaç ve konusu olan darbe girişimiyle ilgisi yok. Seçilmiş belediye başkanları yerine kayyum atanması bunun bir örneği. 667 sayılı KHK, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin mülki güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği veya iltisak yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen”  gibi darbe girişimiyle ilgisi olmayan on binlerce kişinin işine son verilmesine yol açan son derece keyfi, öznel bir kriter koydu. Böylece pek çok kişi savunması  bile alınmadan, bilmediği nedenlerden dolayı işsiz kaldı.

İkinci koşul süre bakımından. OHAL KHK’ları OHAL süresiyle sınırlı. OHAL sona erince KHK’lar da otomatikman hükümsüz kalacak. Bu nedenle OHAL KHK’larıyla kalıcı düzenlemeleri yapılamaz. Örneğin, yasalar OHAL KHK’larıyla değiştirilemez ya da bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere insanların işine son verilemez. OHAL KHK’larıyla bu sınırlamaya da uyulmuyor. KHK’larla pek çok yasa değiştirildi, pek çok insanın işine son verildi.

OHAL ile yasamanın yetkileri yürütmeye devrediliyor. Ama yasamanın hala küçük bir yetkisi var: OHAL KHK’larının onaylanması. Anayasanın 121. maddesine göre, KHK’lar Resmi Gazete’de yayınlandığı gün TBMM’nin onayına sunulur. TMMM’nin onayı OHAL KHK’larının geçerli olması için bir esas koşulu. Oysa şimdiye dek yayınlanan 8 KHK’nin hiçbiri TBMM tarafından onaylanmadı.

Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kriterleri var. Türkiye Sözleşme’nin 15. Maddesini işleterek sözleşmeyi askıya aldı. Ancak bu askıya almanın geçerli olması için alınan önlemlerin AİHM’nin “ zorunluluk “ ve “ gereklilik“ yani “orantılılık “ kriterlerine uygun olması gerekiyor.

Oysa KHK’lara baktığımızda AİHM’in “durumun gerektirdiği ölçüde” kriterine uymayan  pek çok husus görüyoruz. 30 günlük gözaltı süreci, savunma hakkına getirilen sınırlamalar hiçbir somut veri olmadan, savunma alınmadan işten çıkarmalar, emeklilikten yoksun bırakılmalar, pasaportların iptali, yargı kararı olmadan kapatılan dernekler, vakıflar, mallara el koymalar.

Bütün bunlar bir araya getirilince ortaya şöyle bir görünüm çıkıyor: Bir yandan, KHK’lerin darbeyle sınırlı olmayan çok geniş kapsamı ve temel hak ve özgürlüklerini ihlaline yol açan geniş yetkiler, öbür yandan yargı yolunun kapalı olması, yürütmenin durdurulmasına karar verilememesi ve karar alanların hukuksal, idari, cezai, sorumlulukları bulunmaması. Bunların ötesinde, KHK’ların Anayasa ve AİHM’nin öngördüğü sınırlamalara uymaması. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, ortaya binlerce insanın mağduriyetine, hak ihlallerine yol açan hukuk dışı bir rejim ortaya çıkıyor. Üstelik bu rejimin kalıcı, ya da geçici olup, olmadığı belli değil.

Şimdi yapılması gereken OHAL rejimini hukukun içine çekmek ve bir an önce sona erdirilmesini sağlamak. Bunun için yargı organlarına, özellikle Anayasa Mahkemesi’ne ve AİHM’e çok iş düşüyor. OHAL KHK’larının uygulanmasındaki hukuka aykırılıkları saptayacak olan bunlar. Bu yargı organlarının verecekleri kararlar Türkiye’nin nasıl bir rejim ile yönetildiğinin fotoğrafını çekecek ve geleceğine yön verecek.
Geçen hafta kızım evlendi. Düğünü İstanbul’da yapmayı tasarlıyorduk; ancak hava meydanında bombalar patlayınca, Gaziantep’te, bir düğünde canlı bombanın biri kendini havaya uçurunca, ardından bir de darbe girişimi gerçekleşince İngiliz damadın yakınları Türkiye’ye gelmekten korktular ve düğün Somerset’e alındı. 
Orada beni evinde misafir eden emekli bir karı-koca ve çocuklarıyla Britanya’nın, AB’yi terk etmesi konusunu tartıştık. E
v sahibim ve eşi, terk etme yönünde oy kullanmışlar. Ayrılmama yönünde oy kullanan çocukları şimdi onlara “Beğendiniz mi yaptığınızı?” diye soruyorlar. Ekonomide yavaşlama, Pound’un değer yitirmesi, birçok firmanın merkezlerini başka ülkelere taşıması, İskoçların çoğunun kalma yönünde oy kullanması ve bunun bir ayrılmaya yol açma olasılığı gibi gelişmeler onları İngiltere’nin geleceği konusunda kuşkuya düşürmekte. 
Bana bunları anlatan çift ve çocukları, ülkelerini bu kadar fazla ilgilendiren bir konuda halkın yeterince doğru ve tarafsız irdelemelerle aydınlatılmadığını, üstelik hem çıkalım hem de kalalım diyenlerin demagoji ve yalanlarıyla aldatıldıklarını söylüyorlar. 
Küçümsenmeyecek sayıda Britanyalı, “Bir halkoylaması daha düzenlenmeli. O zaman kalma yönünde oy kullanırım” diyor. 
Konu, ilacı, ilacın yan etkilerini vb. anlatan kâğıtları okumadan kullanan insanları anımsatıyor. Bunları okumayanlar bazen alerjik tepkilere yol açabileceğini, alınan bazı ilaçlarla çelişebileceğini bilmediklerinden yarar değil zarar görüyorlar. Bu tarifnamelerin bazısı ağdalı bir dille yazılmış olduğundan ya da yabancı dilden kötü bir Türkçeyle çevrildiğinden okunsa bile yeterince anlaşılamıyor. 
Görüldüğü gibi burada da tıpkı halkoylamalarında, seçimlerde olduğu gibi, doğru yolu bulmak için insanların bilgi edinmenin gereğini kavrayacak şekilde eğitilmeleri ve onlara bilgi aktaranların gerçekleri doğru ve eksiksiz yansıtıp yansıtmadıkları bahis konusu. 
Bizde bunlar nasıl oluyor? İktidarın halka önerdiği hangi ilaç, bazen ölümcül olabilecek yan etkilerinden bahsedilmeden sadece yararları -o da abartılarak- anlatılıyor? Peki, muhalefet bu konularda gerçeğin ne olduğunu yeterince iletebiliyor mu? 
Ne yapmalı? 
İngilizlerle yaptığımız söyleşide bir sonuca ulaştık: Halkoylamaları, konu basında en az iki yıl sansürsüz tartışıldıktan sonra gerçekleştirilmeli. Bu zaman içinde tarafsız kurumların, örneğin üniversitelerin bu konuda gerçekleri tarafsızca irdeleyebilmesi, vardıkları sonuçları halka yine TV’lerden vb. aktarabilmesi sağlanmalı. 
Akademisyenlerin eleştirilerine tahammül edilmeyen bir ülkede bu nasıl gerçekleşir? Dahası var: Akademik atamalarda hükümete yakın olma en önemli kriterken meslektaşlarını karalamayı, jurnalciliği hükümete yaranma yöntemi olarak kullananların varlığında bu kolay mıdır? TV’lerden her gün karpuz satar gibi bağıranların, demokrasiden bahsedenlerin bunu konu edindiklerini duymadım.
Yaşadığınız ülkede düşüncelerinizi serbestçe açıklayamıyor, kadınsanız şort giyip dolaşamıyor, erkekseniz hakhukuk için yürüdüğünüzde satırlı saldırıya uğruyorsanız, sonra yönetimi eleştirdiğinizde başınıza çeşitli dertler açılıyor, mesela işinizden oluyorsanız ve bu nedenlerle, İtalya’ya gittiğinizde İtalyanları, Yunanistan’a gittiğinizde Yunanlıları (ve Çekleri ve Slovakları) “Yahu bunlar amma da demokrat bir ülkede yaşıyorlar!” deyip kıskanıyorsanız, ardından iç çekip “Keşke biz de böyleolsaydık!” diyorsanız söyleneceğinize ne yapılması gerekenleri araştırmanız gerekir.
Buna aslında Koreli olup da Ramazan’da içki içtiklerinden dövülmüşler ve Ankara’da ellerine verilen bayrağı almadı diye Fransız sanılıp ağzı burnu dağıtılmış Yozgatlı genç de katılmalıdır. 
Kurtulmanın yolları vardır: 
Birinci yol: Karşılaştığınız antidemokratik felaketlerin nedenlerinin arasında belli koşullarda yapılan seçimlerin bulunduğunu anlar gibi olursunuz. Seçim yapmanın, demokrasisi “light” yerlerde neden zamanla diktatörlükler oluşturup pekiştirdiğini de düşünürsünüz. 
Şunları anımsarsınız: 
•Saddam’ın 7 yıl daha başkan kalabilmek için yaptırdığı halkoylamasında 11.445.638 seçmenin tümü “başkanlığı uzasın” demişti. 
 2002’de Ekvator Ginesi’nde Mbasogo başkanlığa aday olduğunda bir bölgede oyların yüzde 103’ünü aldığı ilan edilmişti. 
 Özbekistan’da İslam Kerimov, üçüncü kez başkan seçilmek istediğinde oyların yüzde 90.6’sını almıştı. 
 2012 de Türkmenistan’da Kurbankulu Berdimuhammedov, oyların yüzde 97’sini alarak tekrar seçilmişti. 
Diktatörler neden böyle seçimler düzenlerler? Neden dolap dümen çevirip bu kadar çok oy almış görünmeye çalışırlar? Çünkü halkları tarafından desteklendiklerini yansıtacak, rejimlerinin demokratik olduğunu ileri sürmek için kullanılacak başka dayanakları yoktur da ondan. 
Böyle bir sonuca varmak için muhalefete seçimlerde görüşlerini anlatacak fırsat ve yeterli zaman sağlanmaz, seçimlerde çeşitli dolaplar çevirilir. 
Bu şekilde alınan seçim sonuçları, sınavlarda kendilerine sorulacak soruların ve cevapların verildiği Fethullahçı öğrencilerin askerde, adalette vb. en yüksek notları alıp sınıf arkadaşlarını geride bırakarak en iyi yerlere atanmalarının sağlanmasına benzetilebilir. 
Ayrıca seçimler yaklaşırken halka işlerin iyi gittiği izlenimi vermek için devlet kasasından para saçmaya, ekonomiye ağır yük olacak gösteriş yatırımları yapmaya da koyulurlar: Nüfusunun yüzde 61 kadarı yoksul Nijerya uzaya uydu atar. 
Bu koşullarda yapılan seçimlerin demokrasiye yol açmadığına inanırsanız, “Bu seçimlerde biz ne seçiyoruz?” diye bir kampanyaya girişebilir ve ‘Change.org’da da imza toplamaya başlayabilirsiniz. 
Kurtuluşun başka yolları tabii ki vardır: 
Örnekle anlatalım: Miloseviç, Sırbistan’ı böyle bir rejimle yönetirken 2000 yılında, o ülkede o zamana kadar bir araya gelememiş olan 24 muhalif oluşum, farklılıklarını bir yana bırakmayı başararak birleşebilmiş ve zekâ ile yaratıcılıkla baskıcı rejimlerin en âlâsını giderebilmişlerdir.
Pazar günleri yazdığım anılarımı güncel, gündem ve gündelik olaylarla ilişkilendirmeye çalışıyorum.

***
Birleşmiş Milletler bursuyla gittiğim ABD’den 1966 yılında, Michigan Üniversitesi’nden aldığım “Master” derecesi ile Türkiye’ye döndüm..

Üniversite olmak isteyen, ama sosyal bilim bölümleri olmadığı için olamayan, Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’ne, Prof. Nusret Fişek’in Doğramacı’yı ikna etmesi sonunda, öğretim görevlisi olarak girdim; Sosyal Çalışma Yüksek Okulu’nu kurdum ve Hacettepe, üniversite oldu.

Doğramacı liderliğinde, başta Nusret Fişek olmak üzere bir avuç eğitimci ile hem tıp hem de üniversite eğitiminde tam bir devrim yaptık; bu eğitim devriminin üniversite kataloğunu hazırlamak gibi devasa bir işi ise, çok kısa zamanda (gerektiğinde bölüm açıp bölüm kapayarak) tek başıma gerçekleştirdim ve Doğramacı ile arkadaşlarının büyük takdirini kazandım.

Bu sırada 1968 “öğrenci olayları” dünyayı ve Türkiye’yi kasıp kavurmaya başlamıştı.

Biz de İhsan Doğramacı ve Bozkurt Güvenç ile birlikte açık oturumlara katılarak üniversite yönetimine sadece öğrencilerin değil, tüm müstahdemin de katılacağı bir üniversite modelini savunuyorduk.

Derken 12 Mart 1971 darbesi geldi, Doğramacı, askerlere yakınlaşmak için beni Kürtçü diye Tağmaç’a ihbar etti; tecilimi kaldırdı, zorla askere aldırdı.

Ben askerdeyken, Ecevit 1973 seçimlerini kazandı ve başbakan oldu; kendisini tebrike giden Doğramacı’ya, “Sizin orada genç ve yetenekli bir sosyal bilimci var, Emre Kongar” diyerek beni övdü. Bunun üzerine Doğramacı beni yeniden üniversiteye davet etti ve yeniden “Demokratik Üniversite” modelini kurmakla görevlendirdi.

Öğrenci, asistan ve öğretim görevlisi temsilcilerinin yönetime katılacağı bir model oluşturdum.

Doğramacı tam temsilcilerin seçileceği gün, “Bunlar seçilince, seçildikleri grubun değil, üniversitenin sözcüsü, temsilcisi olacaklar” deyince, bunun olanaksız olduğunu, geldikleri grupları temsil etmezlerse modelin işlemeyeceğini belirttim. Doğramacı’nın ısrarı üzerine, seçimleri yaptım, sonuçları aldım, öğretim görevlisi temsilcisi olarak, kendi yerime sonradan YÖK Başkan Yardımcısı olan Gürol Ataman’ı seçtirdim ve görevi bıraktım.

12 Eylül 1980 darbesi olduğunda, Doğramacı, Kenan Evren’i ikna etti; anayasadan bile önce YÖK yasasını çıkarıp bütün üniversiteleri egemenliğine aldı ve ilkokul derekesine indirdi.

Bu sırada, disk sorunuyla hasta yatıyordu. Geçmiş olsun demek için gittiğimde, ellerimi iki eli arasına alarak, “Sen çok büyük adam olacaksın, gel şu YÖK’ü birlikte kuralım” dedi.

O sırada yasa çıkmış, yasa metnini Milliyet Sanat Dergisi Yöneticisi Zeynep Oral bana elden ulaştırmış ve ben YÖK aleyhine Türkiye’deki ilk yazıyı yazmıştım.  

“Hocam, ben YÖK aleyhine yazıyı yazdım ve Milliyet Sanat’a yolladım bile” dedim.

Cevabı harikaydı:

“Olsun bir tane de lehine yazarsın” dedi.

YÖK için beni mutlaka yanına istiyordu. Hem çalışkanlığımdan hem de solcu imajımdan ve medya ilişkilerimden yararlanacaktı.

Sen, ilkelere mi inanırsın, insanlara mı?” dedi. “Babam bana ilkelere inanmayı öğretti” dedim. “Baban yanlış öğretmiş” dedi ve devam etti.

“İlkeler geneldir, özel durumlarda yol göstermezler. Halbuki doğru adama inanırsan, onun dediklerini yaparsan başarılı olursun: BİR KİŞİYE BAĞ- LANIRSIN BİN KİŞİYİ YÖNETİRSİN"

Kenan Evren’le ilişkisini örnek gösteriyor ve benden de kendisine bağlanmamı (biat) bekliyordu!

***
Öykünün sonrası kamuoyu tarafından bilinir:

Okul olarak kurmuş olduğum Sosyal Çalışma Bölümü YÖK tarafından kapatılan tek bölüm oldu; ben ve arkadaşlarım Keçiören’e sürüldük. Senato tarafından Profesörlüğe yükseltildiğim halde Evren atamamı onaylamadı ve sonunda sakal baskısıyla üniversiteden istifaya mecbur bırakıldım.

Anlattığım anılar 35 yıl önce yaşandı, o zamanlar ben evli ve üç çocuklu, geleceği belirsiz genç bir akademisyendim...

Daha o zaman, bu koşullar altında bile, baskıcı rejimle işbirliğini, YÖK yöneticiliğini reddedip “Lider yerine ilkeler” demişim!

***
Demokrasiyi ve adaleti, dün de “ilkeler” için savundum, bugün de “ilkeler” için savunuyorum, yarın da “ilkeler” için savunacağım...

Dostlarım ya da düşmanlarım için değil, herkes için:

“İlkeler” için!
Demokrasi sorunlarımızın dört temel kaynağı şunlardır:
1) Mustafa Kemal Atatürk, Endüstri Devrimi’ni kaçırdığı için çöken ve istila edilen Osmanlı’nın işgalci güçlerine, Batı’dan gelen Yunan’a, Doğu’dan saldıran Ermenilere, içerdeki isyancılara karşı Kurtuluş Savaşı’nı, feodal bir din/tarım imparatorluğu olan Osmanlı toplumunun kılıç artığı kalıntılarıyla yaptı ve kazandı...
Toplumu ileri taşımak için çağdaş bir devlet biçimi olan Cumhuriyeti de, Endüstri Devrimini kaçırdığı için çağdaşlaşamamış olan bu toplumsal taban üzerine kurdu:
Feodal din/tarım imparatorluğu yapısında geri kalmış olan bu toplumsal doku, Cumhuriyet’e ve Demokrasiye hazır ve uygun değildi; Atatürk Devrimleri bu toplumsal yapıyı çağdaşlaştırmak için yapıldı.
2) Çok Partili Düzen’e geçip Atatürk Devrimlerini, taçlandırmak isteyen ve dünyada eşi olmadık biçimde Tek Adam’ken, seçim yapıp, iktidarı muhalefete teslim eden İsmet İnönü, bu adımı, toplumda Demokrasiyi yaşatacak olan çağdaş sınıflar henüz oluşmadan atmıştı.
Türkiye Çok Partili Düzen’e geçtiği sırada, Demokrasiyi dünyada kuran ve yaşatan sermaye sınıfı da işçi sınıfı da ülkede yeterince gelişmemişti.
3) 1950’de İsmet Paşa’nın kurduğu Çok Partili Düzen ile iktidara gelen Demokrat Parti, toprak ağalarının kurduğu bir din/tarım toplumu partisiydi.
İktidarda, demokrasiyi ve özgürlükleri geliştiren değil, “çoğunluk diktatörlüğü olarak” din ekseninde yozlaştırmayı hedefleyen politikalara ağırlık verdi.
4) 1950’de başlayan Çok Partili Düzen, esas olarak, sağ iktidarların “Demokrasi eşittir, çoğunluk yönetimi” saptırması ve askeri darbelerin baskıları ile bugünlere geldi.
Zaman içindeki ekonomik büyümenin ortaya çıkardığı sınıfsal gelişmeler sonunda oluşan her türlü demokratik ve özgürlükçü akım, sağ iktidarlar ve askeri darbeler tarafından bastırıldı; ideolojik olarak topluma sürekli bir biçimde dinci/ırkçı siyaset pompalandı.

***

Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün toplumu çağdaşlaştıran, demokratikleştiren siyasal atılımları, İNSANLIK TARİHİNE, İNSANLIĞIN GELİŞMESİNE UYGUN oldukları için...
Bunların, toplumsal yapının çok ilerisinde olmasına karşın...
Üstelik sağ siyaset ve askeri darbelerle yolları kesildiği halde...
Zaman içinde başarıya doğru gidiyor.
Eninde sonunda bu atılımlar mutlaka başarıya ulaşacak, Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Haklarına dayalı düzen kazanacaktır...
Çünkü insanlığın tarihsel gelişme çizgisi bu yöndedir!